Türkiye’de iklim değişikliğinin de bir sonucu olarak ormanların cayır cayır yanması ve sokaklarımızda yaşayan hayvan dostlarımıza karşı hazırlanan yasanın kabul edilip resmî gazetede yayınlamasının verdiği büyük üzüntüye rağmen son düzenlemelerini yapmayı başardığım bu yazıyı yemyeşil ormanlara, coşkun akan derelere ve hem yabanda hem de sokağımızdaki masum hayvanlara ithaf ediyorum.
Bu yazıyı yazmamdaki temel sebep bir akademisyenin topluma karşı sorumluluğunu yerine getirmenin yanı sıra sade bir vatandaş olarak da gezegen için günlük hayatımda neler yaptığımı yahut neleri değiştirdiğimi anlatmak istemem. Yazıya başlamadan önce altını çizmek istediğim bir husus var. Sistemi değiştirmeden iklim değişikliğinin önüne geçmenin hayli zor olduğu fikrindeyim. Yine de tüketim ve büyüme odaklı kapitalist sisteme uyum sağlamak yerine bireysel çaba göstermenin ve bu sisteme bireysel olarak “hayır” diyebilmenin önemi ve yürek ferahlığını da sonuna kadar savunuyorum. Evet, herkes doğayı seviyor, evet herkes ağaçları, ormanı, yeşili seviyor ancak mevzu bahis başka türden “yeşiller” olduğunda başka türlü hareket ediliyor.
Öyle sanıyorum ki kendi yaşam biçimimizi değiştirmedikçe söylediğimiz sözlerin pek bir anlamı kalmıyor. Belki de kimimiz sadece yürek ferahlatmak için kendini değiştirmeden yalnızca eleştirmekle yetiniyor. Yine de tekrar edeyim: Bu sistem değişmeli! Ancak sistemin değişmesini talep ederken kendimizi de değiştirmek için büyük ya da küçük elden ne gelirse yapmak gerek. Ben bu yazıda naçizane bireysel çabamdan bahsedeceğim. Ayrıca vurgulamak isterim ki başlangıçta bireysel bir “çaba” olarak niteleyebileceğim bu tutum “yaşam biçimine” dönüştüğünden benim için artık çaba gerektirmiyor. Hatta bu düzen biraz bozulduğunda rahatsız hissediyorum. Sözün özü, zor değil. Bu kişisel yazıda gezegen için kendimce yaptıklarımı derledim topladım. Belki bu konuda kendini değiştirmek isteyenler için yol gösterici olabilir ya da okuyanlarda farkındalık geliştirebilir diye…
Beslenme
Bu bölüme Fransız romancı Vincent Message’ın “özgür ve mutlu olmak daha az et yemeye başlamakla mümkündür” sözüyle başlamak istiyorum. Birçok konuda olduğu gibi insan türünün beslenme biçimi de politik bir meseledir. Dolayısıyla gıda üretiminin (özellikle hayvansal gıda üretiminin) iklim değişikliğinde ne denli etkisi olduğunu farkettikten sonra beni kendi hayat tarzımda en fazla rahatsız eden şey bu oldu. Hiçbir zaman “etçi” bir insan olmamıştım. Ancak bundan yedi yıl öncesine kadar ben de et tüketiyordum, az da olsa. Artık bunu da bırakmam gerektiğini kendime söylediğimden beri peskateryan besleniyorum. Yani nadiren balık yiyorum. Özellikle büyük firmalardan satın alınan değil, yerel balıkçılardan, hatta taze balık tutan bireylerden. Örneğin ablamın eşi boğazda, Bebek’te balık tutar. Zaman zaman onun tuttuğu balıklardan yiyebiliyorum. Çünkü denizin ekosistemine hiçbir zarar vermeden, henüz yeteri kadar büyümemiş balıkları ez kaza yakalasa bile denize geri bırakma sorumluluğuyla, kendisine, evine yetecek kadar balık tuttuğu için. Diğer yandan bu balıklar herhangi bir şekilde bir çiftliğe kapatılarak beslenmediği için, diğer bir deyişle zulme ve sömürüye tabi tutulmadıkları ve üretim süreciyle ekosisteme zarar verilmediği için gıda olarak tüketilmeleri daha az suçlu hissettiriyor. Ancak bir yıldan fazladır Fransa’da yaşadığım süre zarfında nadiren balık yediğimi de belirtmek isterim. Özetle, nadiren balık yemek haricinde herhangi bir hayvanın etini tüketmiyorum. Özgürlüğün, eşitliğin, kardeşliğin kökleştiği sömürüsüz bir dünyayı hayal ediyorum ve her canlı türü için geçerli olmadıkça bu ilkelere kavuşmanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Bu dünya üzerinde özgürlük, eşitlik ve kardeşlik yani barış ancak tüm canlıları kapsadığı zaman mümkün olacak. Başka yol maalesef mümkün değil.
Özellikle kırmızı/beyaz et tüketiminin ekosisteme verdiği zararın yanı sıra hayvanlara yönelik her tür sömürüye karşı olduğum için bu kararı almıştım. Bundan da çok memnunum çünkü o gün bugündür çok daha fazla sebze ve meyve tüketiyorum, kendimi hem vicdanen hem de bedenen daha iyi hissediyorum. Yeme içme alışkanlıklarımızla ekosisteme verdiğimiz zararı azaltmak istiyorsak en azından et tüketimimizi “azaltabiliriz”. Azaltmak kavramı elbet göreceli olacaktır. “Et olmayan yemeğe yemek demem!”, “Et olmadan sofraya oturmam!” diyerek her öğünde et tüketenlerin yeme alışkanlıklarını daha ciddi bir biçimde ele almaları gerekeceği aşikâr. Ancak et tüketimlerini “sağlık” ile gerekçelendirenlere bir yanıt olarak, izlediğim bir BBC belgeselindeki uzman şöyle demişti: “Sağlığınız için muhakkak et yemeniz gerektiğini düşünüyorsanız (ki şart değil) haftada 100 gram yeterli olacaktır”. Bahsettiği 100 gramın elinde tuttuğu bir dilim avuç içi kadar bifteğe denk geldiğini de açıklamıştı (Bundan fazlası zaten zevk için yemek oluyor). Diğer yandan dünya genelinde et tüketiminin en yüksek olduğu ülkeleri sıralayacak olursak 2023 verilerine göre listenin ilk üçünde Hong Kong, ABD ve Avustralya var. Bunlar, kapitali de elinde bulunduran ve karbon ayak izinin epey yüksek olduğu bilinen ülkeler. Yani en çok kirletenler.
Süt ürünlerine gelirsek, birkaç yıl hiç tüketmedim. Ancak şimdi bu ürünleri satın almasam da dışarıda, misafirlikte ya da geniş aile ile birlikteyken seçeneklerimi çoğaltmak adına süt ürünü içeren gıdalardan yiyebiliyorum. Ancak bu bile zamanında temel gıdası peynir olan benim gibi bir insan için çok büyük bir değişim. Dolayısıyla süt ürünü tüketimimin son yedi yıldır son derece azaldığını söyleyebilirim. Uzun yıllardır zaten süt içmiyordum - ki yetişkin bir insanın süt içmeye ihtiyacının olmadığı da malum. “Her annenin sütü kendi yavrusu içindir” şiarına uymaya çalışarak süt ürünleri tüketimimi elimden geldiğince azaltıyorum.
Yumurta meselesinde ise birkaç yıl kafessiz serbest dolaşan tavuk yumurtası satın almıştım. Sonraki üç yıl boyunca ise doğrudan üreticiden satın alma yoluna gittim. Daha sonraki üç yıl süresince köyde yaşadığımız için çevremizdeki köylülerden yumurta alıyordum. Bu köylülerden satın aldıklarımız bahçelerinde serbestçe dolaştıklarını şahsen gördüğümüz kahverengi tavukların yumurtalarıydı. Fransa’ya geldiğimden beridir ise pazardan, doğrudan ve yerel üreticiden serbest gezen tavukların organik yumurtalarını satın alıyorum. Ve günde sadece bir yumurta yiyorum. Tüm bu beslenme rejimimde aslında temel aldığım nokta basit: kapitalist ve endüstriyel üretim döngüsü içinde metalaştırılarak zulüm gören ve sömürülen hayvanların ürünlerini tüketmiyorum ve satın almıyorum. Sömürüye karşı olan bir kişinin her türlü sömürünün karşısında olması gerektiği anlayışını benimsiyorum. Buna hayvan ve doğa sömürüsü de dahil. Hiçbir canlı sömürülmesin, zorla çalıştırılmasın, zorla gebe bırakılmasın ve keyif için zulüm görmesin istiyorum. Aslında insanların, işçilerin, kadınların, göçmenlerin, çocukların sömürülmesinin önüne geçmek istiyorsak en başta doğanın ve hayvanların sömürüsünün önüne geçilmesi gerektiğine tüm yüreğimle inanıyorum. Sömürüye karşıysam her türüne karşı olmalıyım diyerek beslenme biçimimi değiştirmeye karar verdim. Buna kısaca “sorumluluk duyarak” beslenme ya da “sorumlu” [responsible] beslenme diyebiliriz.
Diğer yandan mümkün olduğunca organik ve pestisitsiz beslenmeye gayret ediyorum. Organik ve zehirsiz beslenme Türkiye’de görece pahalı olsa da bunun kişinin kendi bedeni için bir yatırım olduğunu düşünüyorum. Ayrıca besinlerimiz ne kadar zehirsiz olursa, çok değer verdiğimiz toprağımız, yer altı sularımız da o kadar zehirsiz olacaktır. Organik beslenmenin maliyetli olduğu argümanına karşı yaşam tarzımın hiç de lüks gider içermediğini düşününce bu maliyetli kalemin aslında bütçemi sarsmadığı sonucuna varmak hiç de zor değil. Ayrıca eşimle birlikte mutfağımıza giren hiçbir gıdayı israf etmediğimizi, hiçbir gıdayı çöpe atmadığımızı ve her bir gıdayı değerlendirdiğimizi düşününce mutfak masrafımız her daim makul düzeyde oluyor. Kaliteli gıdayı kararında satın alıyoruz ve israf etmiyoruz. Bunun mutfak giderlerinin optimize edilmesinde çok önemli bir ilke olduğunu düşünüyorum. Dünya genelinde israf edilen gıda miktarına yönelik verileri görmek son derece üzücü ve rahatsız edici. O sebeple gıdanın israf edildiği her türlü etkinlik ve işletmeden de uzak duruyorum. Açık büfe otel tatilleri benzeri uygulamalar da dahil.
Ayrıca mevsim meyve sebzeleriyle beslenmeye ve bunları yerel üreticiden satın almaya gayret ettiğimi söylemeliyim. Mevsiminde sebze meyve daha az sera üretimi sebze demektir ve daha az sera üretimi daha az enerji tüketimi anlamına gelir. Mevsiminde meyve sebze aynı zamanda daha az zehir demektir. Bakmayın bizde “tarım ilacı” dendiğine, o bahsedilen ilaç değil, zehirdir. Dilimizde yapılan bu kelime oyunu ise bir öfemizm yani hüsnü tabir uygulamasıdır. Yani kötü kelime “cicileştirilerek” kullanılır (Bunun bir diğer örneği: doğal gaz. Mevzu bahis “doğal” gaz aslında metan gazıdır ve çok kirletici bir fosil yakıttır). Bu gerçeği aklımda tutarak mevsiminde tüketmeye gayret ettiğim meyve sebzeyi üreticisinden almaya çalışıyorum. Doğrudan üreticiden satın almak demek aracıların üretici üzerindeki sömürüsünün de azalması, küçük ve yerel üreticinin desteklenmesi demek. Yerel üreticiden alınan sebze meyve bu ürünlerin taşımasında da daha az mesafe katledildiği anlamına gelir ki bu da daha az karbon ayak izi demek. Bu demektir ki yerel sebze meyve daha az kilometre kat eder ve böylece daha az yakıt kullanılır. Denklem aslında basit : )
Gıda alışverişi için Türkiye’deyken çoğunlukla semt pazarlarından alışveriş yapıyorduk. Ayrıca üreticinin büyük oranda sömürüldüğü büyük marketlerden yaptığımız alışverişleri mümkün mertebe azaltarak, yerine alternatifler koymaya çalışmaktaydık. Fransa’da da benzer şekilde hareket ediyoruz. Büyük sermayenin marketlerine mümkün olduğunca az giderek, bunun yerine semt pazarlarından, açık ürün satan atıksız bakkallardan gıda alışverişimizi yapıyoruz. Malum, sıklıkla yapılan alışverişlerdeki tercihlerimizin de siyasi sonuçları oluyor. Umrumuzda olsa da olmasa da…